Siyasetçiler İçin: Kentleşme ve Eskişehir
Gürcan Banger
Mayıs 2011’de Bakış Dergisi’nde yayınlanmıştır.
Toplum adını verdiğimiz kavram, değişik kategorilerden, alan ve sektörlerden oluşuyor. Toplumu var eden farklı bileşenler, güç odakları ve paydaşlar var. Diğer yandan bu büyük oluşumun sağlıkla yaşayabilmesi ve gelişerek ilerleyebilmesi için bazı kurallarda gerekiyor. Kalıcı ve sürdürülebilir bir sosyal yaşamı sağlamak için bu türden ilke, kural ve standartlardan vazgeçmek neredeyse mümkün değil. Ama ne yazık ki; bizim toplumumuzda farklı güç alanlarının tanımı ve anlamı yeterince kavranamamış. Bu nedenle toplumun kendini ifade ve idare alanlarından birisi olarak siyaset, bu tür kuralsızlıklardan en çok nasibini alan kategoridir.
Eskişehir ve dayanışma eksikliği
Duymayan ve bilmeyen kalmamıştır. Örneğin Eskişehir’deki sosyal ve ekonomik aktörlerin ilin yararına olan işlerde bir araya gelemediğinden sıklıkla şikâyet edilir. Kentin sosyal göstergelerini bilenler, Eskişehir’in önde gelen yönetici, temsilci ve güç odaklarının bir araya gelerek birlikte ve dayanışma içinde iş yapmayı bilmediğini ifade ederler. Gerçekten ortak iş yapmama, birlikte hareket etmeyi bilmemekten mi kaynaklanmaktadır? Yoksa bunun arkasında başka faktörler mi var? Gerçekten açık yüreklilikle sormamız ve cevaplamamız gereken bir soru…
Değişik kişi veya kuruluşların biraraya gelerek bir sivil toplum ya da sosyal sorumluluk projesi yapacakları bir örnek durumu düşünelim. Doğal olarak burada amaç, bu proje aracılığı ile halka ve çevreye yararlı faaliyetlerde bulunmaktır. Bu nedenle birlikte iş yapmayı engelleyen herhangi biri durumun olmaması gerekir. Ama genelde birlikte çalışma mümkün olmadığından ortada ortak iş yapmayı engelleyen bir durum var demektir. Nedir bu engeller?
Özetle; işin esası şudur: İnsanlar, örneğin bir uzlaşma ve ortak payda ortamı olan sivil toplum çalışmalarında bile siyasi ceketlerini çıkarmak istememektedirler. İki farklı siyasi görüşe veya partiye mensup iki kişi, birbirlerine siyasal prim kazandıracakları duygusuyla uzak durmayı tercih etmektedirler. Çoğu zaman -kent ve toplum yararına bile olsa- muhalif olma isteği, birlikte dayanışma içinde olma gayretinin önüne geçmektedir.
Örneğin iki sivil toplum kuruluşunun bir araya gelmeleri gereken bir durumu hayal edelim. Her iki örgütün başkan veya yönetimleri, biraraya gelişleri kendi siyasi görüşlerine göre belirlemektedirler. Eğer karşı taraf, onaylamadıkları bir siyasi görüşe sahip ise uzak durmayı ve yapılacak işi katı biçimde eleştirmeyi tercih etmektedirler. Hâlbuki, sivil toplum çalışması ve siyaset ayrı kategorilerdir. Sivil toplum örgütleri, siyaset alanının dışında, ilgili tüm bireyleri içine alacak biçimde kurulur, yapılanır ve çalışırlar. Ama siyasi tarafların, sivil örgütü ele geçirme ve kendi çıkarları için kullanma amaçları “sivil olanı”, “siyasi olan” haline getirmektedir.
Değişim
Bu sıklıkla gözlenen anlayışın neden oluştuğuna da yakından bakmak gerekir. Bir özdeyiş halinde; “Değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir” denir. Ama Dünya’nın bugün vardığı noktada fark ediyoruz ki; bir anlamda değişimin kendisi de değişiyor. Böyle bir dünya durumuna uyum sağlamak kolay değil.
Gün, kişinin at gözlüklerinden kurtularak dünyaya tarafsız sorularla bakabilmenin zamanıdır. Soruları doğru sorup doğru cevapları edinebilmek için yaygın ve sürekli eğitim gereklidir. Geçtiğimiz yüzyılda 25 yıl içinde tamamlanan eğitim süreci, bugün yaşamın tamamına yayılmıştır. Artık okumak, araştırmak, sorgulamak ve öğrenmek yaşamımızın vazgeçilmez bir parçasıdır.
Türkiye’de öyle kesimler var ki; kendileri çalıp kendileri oynuyorlar. Farklı düşüncede olan insanların bu ortama katılmalarına tahammülleri olmadığı gibi, ortak düşünce ve eylem için de adım atma niyetinde değiller. Bu ülkenin gerçekleri ve sorunları, içinde yaşadığımız dünyayı ve sosyal koşulları doğru anlamayı gerektirmektedir. Kapıları birbirine kapatarak sorunları, ne anlamak ne de çözmek mümkündür. Siyaset, sadece muhaliflerle mücadele alanı değil; ama öncelikle vatandaşa hizmet etme meselesi ve onun problemlerini çözme alanıdır.
Eskişehir ekonomisi ve lojistik
Eskişehir’deki bazı gelişmeler kentin geleceği hakkında kimi yanılsamalara neden oluyor. Kent merkezinde iki üniversite bulunması ve peş peşe yeni üniversitelerin açılışının beklenmesi, kentin bir yönüyle bir üniversiteler yerleşimi olarak algılanması sonucunu doğuruyor. Gerçekten ailelerin eğitime verdiği önem ve eğitimin bir hizmet sektörü olarak sağladığı makbul katma değer, bu alanda yer alan işletme sayısını hızla artırıyor. Diğer yandan kentte yaşayan genç nüfusun biteviye artışı, kentin geleceğini üniversitelere bağlamak gibi kolaycı bir görünüm oluşturuyor.
Bir diğer yanılsama ise genelde kent merkezinde yaratılan albeniden kaynaklanıyor. Bir dönem Safranbolu veya Beypazarı gibi yerleşimlerin çektiği günlük turların destinasyon hedefleri arasına Eskişehir de katıldı. Özellikle hafta sonları kenti gezmek üzere gelen günü birlik yerli turist sayısında göze çarpan bir artış olduğunu görüyoruz.
Bugün Eskişehir, Türkiye’nin sosyal gelişim endeksleri açısından en yaşanabilir kentlerinden birisidir. Bu yönlü cazibesi ve değeri giderek artıyor. Ama bir gerçeği gözden kaçırmamak gerekir. Eskişehir gibi bir kent ekonomisinin ‘görünenler ‘ dışında sahip olması gereken en önemli unsurlardan birisi sanayidir. Bu sektörü oluşturanlar iş alanları arasında ise imalat sanayinin değer oluşturmada çok önemli ve vazgeçilmez bir yeri var. Eğitim ve turizm sektörlerinin kente katacaklarını sorgusuz kabul etmekle birlikte, sanayiyi dışarıda bırakan kentsel gelişim anlayışının kabul edilmesi mümkün değil; çünkü gerçek katma değeri oluşturan sanayi, il ekonomisinin yaklaşım üçte birini ve giderek artan bölümünü oluşturuyor.
Eskişehir imalat sanayinin alt sektörlere dağılımına baktığımızda; –yaklaşık olarak– sanayinin yüzde 40’ının makine imalat, metal eşya, metal işleme ve dökümden, yüzde 30’unun gıdadan ve yüzde 15’inin toprak ile seramikten meydana geldiğini görüyoruz. Biraz daha yakından incelendiğinde; beyaz eşyadaki ciddi yan sanayi mevcudiyetine giderek gelişmekte olan otomotiv yan sanayinin eşlik ettiğini gözlüyoruz. Bunların yanında havacılık ile savunma, raylı sistemler ve ileri seramik gibi Eskişehir’in umut veren ve gelecek vaat eden sektörleri var. Önümüzdeki dönemlerde güneş ve rüzgâr gibi yenilenebilir enerji ve mekatronik alanlarında yeni üretim imkânlarının gelişmesi bekleniyor.
Yukarıda saydığım sınaî sektörlerin üretim maliyetlerini oluşturan değişik faktörler var. Bunlar arasında doğal gaz ve elektrikten oluşan enerji harcamaları, işgücü ve hammadde maliyetleri önemli ağırlıklar oluşturuyor. Makine imalatı, metal işleme, döküm ve seramik – toprak sanayileri gibi sektörlerde lojistik (taşıma) bir diğer önemli gider kalemi olarak bu saydıklarıma ekleniyor. Özellikle yüksek ağırlık ve hacme sahip ürünlerin yurt dışına karayolu ile ulaştırılması birim maliyet bazında rekabet edebilirliği zorlayan önemli unsurlardan birisi olarak görünüyor. Güneydoğu Asya’nın mallarımız karşısında artan fiyat rekabeti gücünü hatırladığımızda, lojistiğin birim maliyete olan olumsuz katkıları gerçeğini bir kez daha kavrıyoruz.
Bugün Türkiye’nin Güneydoğu Asya ülkelerinin fiyat avantajı karşısındaki en önemli kozu, lojistik açısından Avrupa’ya yakınlığıdır. Türkiye; kalite, marka ve inovasyon (yenilikçilik, yenileşim) unsurları yanında yakınlıktan kaynaklanan lojistik kozunu daha iyi kullanmak zorundadır. Ama bu kozun iyi değerlendirilmesi için –yüksek akaryakıt fiyatları dikkate alındığında– karayolunun iyi bir seçenek olmadığı ortadadır. Çözüm, deniz ve demiryolu taşımacılığının geliştirilmesidir. Bu ihtiyaç, Eskişehir için de geçerlidir.
Bir örnek vermek isterim. Yenilenebilir enerji türlerinden olan rüzgârdan yararlanmak üzere rüzgâr tribünleri üretilmektedir. Bu teknoloji ve sektör tüm dünyada hızla gelişmektedir. Eskişehir imalat sanayinin de bu tribünlerin parçalarını üretmesi mümkündür -ki bazıları halen üretiliyor. Ama sıradan parçaların bile 5-50 ton ağırlığında olduğu bu sektördeki malların karayolundan taşınması zahmetli ve yüksek maliyetli olmaktadır. Benzer tartışmayı umut bağlanan raylı sistemler için yapabiliriz. Bu olumsuz durum; Eskişehir’de makine imalatı ve toprak – seramik sanayilerinde yıllardır yaşanmaktadır.
Eskişehir’in denize (özellikle demiryolu ile yük taşıma) bağlantısının önemi bunlardan kaynaklanmaktadır. Bugün Eskişehir’de yönetici olan, bu kentte iş yapan ve bu şehrin sorumluluğunu duyan herkesin bu hattın ve iki ucundaki lojistik tesislerin yapımı için çaba içinde olması gerekir. Bu şehrin geleceğinden sorumlu olan her atanmışa, seçilmişe ve siyasiye “Eskişehir ekonomisinin denize bağlantısı için ne yaptın?” diye sormak Eskişehirlinin vatandaş olarak görevidir.
Eskişehir ve kentsel öğrenme
Öğrenme kavramı, 20’nci yüzyılın son çeyreği ile birlikte hem derinlik hem de genişlik olarak değişime uğradı. Öğrenmenin derinliği değişti; çünkü eğitim artık yaşam boyu hale dönüştü. Günümüzde bilgi üretiminin nitelik ve miktar olarak geldiği noktada standart okul eğitimi ile yetinmek mümkün değil. Hem iş ortamında meslek içi eğitimi olarak hem de yaşamın farklı alanlarında ek eğitim olarak öğrenme ihtiyacı genişliyor ve tatmini için yeni yol ve yöntemler gerekiyor. Bu nedenle ekonomik işletmelerin çalışanlarına yönelik eğitim çalışmalarından topluma açık eğitim veren özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarına kadar çok geniş bir yelpaze görüyoruz. Özetle; yaşadığımız çağda öğrenmenin derinliği arttı.
Genişlik konusu ise biraz daha farklı… Son 30-40 yıla kadar eğitim veya öğrenme dediğimizde; aklımızda oluşan figür bireydi. Özellikle çocukların ve gençlerin ilköğretimden üniversiteye (ya da lisans sonrasına) kadar olan eğitim süreçlerini algılıyorduk. Daha sonra eğitim ve öğrenme süreçlerinin topluluk ve toplumlar için de söz konusu olabileceğini fark ettik. Bu süreçte kültürün önemi daha açık biçimde ortaya çıktı. Öğrenme konusunda bireyin yayına topluluk ve toplumların katılması ile birlikte bu alanda bir genişleme yaşandı.
Bugün ise öğrenmenin genişliği konusu tam bir yelpaze halini almış görünüyor. Artık bir çırpıda kentlerin ya da bölgelerin öğrenme süreçlerinden söz eder olduk. İnsan içeren tüm kurum ve kuruluşlar eğitimin ve öğrenmenin konusu olarak ele alınabiliyor. 2008 yılında yazdığım bir makalede ‘kentsel pedagojiden’, bir başka deyişle kentsel eğitim biliminden ve kentsel öğrenmeden söz ettiğimi hatırlıyorum:
“Kentleşme sürecinde daha yüksek kalite düzeyine ulaşması, kentteki yurttaşların ve kurumların öğrenme becerileri ile yakından ilgilidir. Kişiler için kişisel öğrenimden söz ederken, kurum ve kuruluşlar için kurumsal öğrenme süreçlerini dile getirebiliriz. Kent konusuna geldiğimizde; eğitim ve öğrenme unsurlarını içeren kavramsal çerçeveye ‘kentsel pedagoji (kentsel eğitim bilimi)’ adını verebiliriz. Bir kenti farklı ve özgün kılacak unsurlardan birisi olan yaratıcılık ve inovasyon (yenilikçilik, yenileşim) yeteneği, kentteki hem bireyleri hem de kurum ve kuruluşların öğrenme becerileri ile yakından ilgilidir. Kentin toplam öğrenme başarısı, o kenti yarışta ön saflara taşıyacak olan yeni teknoloji geliştirme, inovasyon ve yaratıcılığın anahtar süreçlerindendir.”
“Buradan kendimize bazı başka sorular üretebiliriz. Eskişehir’de kişisel ve kurumsal öğrenme becerilerinin düzeyi nedir? Eskişehir’de kentsel pedagojinin varlığından veya etkinliğinden söz edebilir miyiz? Eskişehir, Dünyada oluşan değişimi ne ölçüde algılayıp bunu öğrenme süreçlerine yansıtabilmektedir? Öğrenme sürecinin; ekonomik ve sosyal değişim süreçlerini yerelde yeniden üretebilmek için ne tür katkıları olmaktadır?”
“Öğrenmenin kent düzeyinde kişisel ve kurumsal başarılar elde etmesi; yereldeki aktörler arasında iletişimin, işbirliğinin ve dayanışmanın -hatta ortaklaşa rekabetin- artmasına neden olur. ‘Kentsel pedagoji’ ile kişi ve kurumların öğrenme düzeyindeki iyileşme, kentin bir küresel figür olma yolunda ciddi bir altyapı oluşturmasını sağlar. Öğrenmenin etkileşimli bir süreç olduğunu düşündüğümüzde; neden kentin tüm aktörleriyle birlikte bu süreç içinde yer alması gerektiğini daha kolay anlarız.”
Eskişehir ve ekonomik büyüme
Bir ülkede serbest ekonomi kurallarının işlemesi, orada ekonominin kendi başına ve başıboş biçimde gelişeceği anlamına gelmez. Toplumu ve ekonomiyi oluşturan aktörler değişik müdahale biçimleri ile kentsel ekonominin istenen biçimde oluşmasına ve gelişmesine katkı yaparlar. Bu aktörlerin bazılarını özetle saymak gerekirse; merkezî ve yerel yöneticileri, meslek odalarını, üniversiteleri, ar–ge kuruluşlarını, danışmanlık ve iş geliştirme merkezlerini, iş dünyasının sivil toplum kuruluşlarını ve medyayı ilk elde sıralayabiliriz.
Ama bir kentte ekonominin arz edilen içerik, çeşitlilik ve derinlikte gelişmesi öncelikle bir vizyon ve stratejik planlama konusudur. Bu planlama, zorlayıcı olmaktan daha çok; yönlendirici, teşvik edici ve özendirici hedefler koymaya ve stratejiler belirlemeye yöneliktir. Bu anlamda Eskişehir ile ilgili –aşağıdaki gibi– bir beyin fırtınası yapabiliriz.
Eskişehir ekonomisini yakından incelediğimizde; sınaî ve ticari işletmelerin –genel anlamda– ölçek olarak küçük olduklarını görürüz. Birkaç büyük şirket yanında pek çok firmanın çalışan sayısı, ciro, pazar payı ve sermaye açısından rakip kentlerdekinden –sayısal değer olarak– büyük olmadığı gözlenir. Eğer bir kentte firma ölçeğinin büyümesi isteniyorsa; muhtemel çözümler arasında işbirlikleri, şirket birleşmeleri ve kümeleşmeler öne çıkar.
Sürdürülebilir yapı olmalı
Eskişehir ekonomisinin geleceğine bakarken mevcut işletmelerin kalıcılıkla sürdürülebilirliğinin sağlanması ve ihtiyaç duyulan sektörlerde sınaî / ticari kümelerin oluşturulması önümüzdeki hedeflerin birisi olmalıdır. Bu arada gerek firmaların elde ettiği katma değer gerekse çalışanların aldığı ücret açısından daha verimli sektörlerin öne çıkarılmasının bir strateji olarak belirlenmesi gerekir. Özetle; uzun vadede Eskişehir kendi ekonomisine ve sosyolojisine uygun katma değerli sektörleri belirleyip bunların gelişimini hedeflemelidir.
Bir kentsel ekonominin gelişimini değerlendirirken; bu sürece destek verecek geleceğe yönelik altyapının oluşturulması ve geliştirilmesi önemlidir. Bu altyapı kentteki ulaşım yollarından telefon ve Internet iletişimine toplantı merkezlerinden hizmet kuruluşlarının mevcudiyetine kadar geniş bir alanı kapsar. Endüstriyel parkların ve teknoloji bölgelerinin kurulması ve var olanların gelişmesini de bu çerçevede düşünmek gerekir.
Bir kentin ekonomik altyapısını oluşturan unsurlardan bir diğeri, eğitimle ilgili kurum ve kuruluşlardır. Eğitim; iki üniversitesi, yüksek okullaşma oranı ve önemli meslek liseleri ile Eskişehir’i farklılaştıran yönlerden birisidir. Diğer yandan kurumsal özelliği olan firmaların yetkin mühendisler ve kurumsal nitelikleri gelişmiş yöneticiler arayışı içinde oldukları bilinmektedir. Bu firmalar, mühendis ve yöneticilerin diplomaya sahip olmanın çalışma şartları açısından yetersiz olduğunu ısrarla ifade etmektedirler. Bu anlamda genç mühendislerin ve yönetici adaylarının kurumsal yönetim, üretim yönetimi, proje yönetimi ve kişisel gelişim gibi yetkinleşmiş olmaları gerekiyor. Dolayısıyla kentin eğitim altyapısının bu yetkinlikleri kazandıracak biçimde gelişmesi gerekiyor. Üniversitelerin müfredat içi veya dışı imkânlarla öğrencilere sözünü ettiğim yetkinlikleri kazandırması gerekiyor. Aynı şekilde resmî ve özel danışmanlık kuruluşları ile iş geliştirme merkezlerinin de bu yaygın eğitim sürecine katkı koyması beklenir.
Kentsel ekonominin sadece kentin kendi kaynakları ile beslenmesi ve gelişmesi mümkün olmayabilir. Bu durumda özel sektörün yatırım katkılarına ek olarak kentteki kamu kaynaklarının ve merkezden sağlanacak katkıların da eklemlenmesi gerekir. Bunu sağlayacak olan ise kentin merkezdeki ve yereldeki yöneticileridir.
Bir kentin geleceğini belirleyen unsurlardan birisi, kentteki ekonomik aktörlerin -işletmelerin, kurum ve kuruluşların- işbirliği yapma yetenekleridir. Bu işbirliğinin biçimleri kümelerden açık inovasyona, şirket satın almalarından ortak girişimlere kadar türlerde olabilir.
Eskişehir’i farklılaştıran yönlerden birisi kentin yaşanabilirliğini ifade eden yüksek sosyal yaşam endeksleridir. Bu yönde eksiklikleri gidermek, genel anlamda merkezî yönetimin yerel temsilcileri ile yerel yönetimlere düşer.
Bu kısa özetin ifade ettiği şudur: Kentin ekonomik büyümesini ve yönlenmesini sağlamak üzere kentin aktörlerinin değişik kademe ve derinlikte bir araya gelmeleri, vizyon, plan ve proje üretmeleri gerekir.
Eskişehir ve açık kentte inovasyon
Tarih tercihini kentlerden yana yapıyor. Küreselleşmenin her türlü etkisi de kentlerin öne çıkmasına daha fazla katkı yapıyor. Bu süreçte dikkatimizi çeken olgulardan birisi de kentlerin insanların yaşadıkları yerleşim olmak gibi basit tanımın ötesine geçiyor olması… Yaşadığımız çağda kentlerin tüketiciler, emekçiler ya da işletmeler gibi bir ekonomik faktör haline geldiğini görüyoruz. Bu nedenle bir kentin ekonomisi, bireylerin, işletmelerin, çeşitli kurum ve kuruluşların basit anlamda toplamı olmanın ötesine geçerek kendi içinde bütünlüğü olan kentsel ekonomi olgusuna dönüşüyor. Bu süreç işletmeler ve kuruluşlar için kullandığımız rekabet, sürdürülebilirlik ve inovasyon (yenilikçilik, yenileşim) gibi kavramların kent ölçeğinde de söz edilir hale gelmesini sağladı.
Bildiğiniz gibi; inovasyondan söz ettiğimizde; yeni veya önemli ölçüde geliştirilmiş bir ürün, hizmet ya da süreci dile getiriyoruz. Kimi zaman yenilenmiş bir ürün, bir pazarlama yöntemi, bir iş uygulaması ya da daha önce görülmemiş bir örgütsel yapıdan söz ediyoruz. Hiç kuşkusuz; inovasyonun ekonomik ya da sosyal anlamda bir katma değer üretmesi gereğini de buna ekliyoruz.
İnovasyon ilk kez dile getirildiğinde; yeniliklerin bir işletme veya kuruluş içinde (kapalı kapılar arkasında) yapılıyor olması kast ediliyordu. Günümüzde örgütlerin inovasyonun gerek duyurduğu her türlü yetenek, yetkinlik ve donanıma gerçeği sahip olamayacakları kabul edildi. Ayrıca bir kuruluşun gerekli her şeye sahip olması ve tüm işleri kendisinin yapması, maliyetler açısından her durumda ekonomik de olmayabiliyor. Bu gerçek, açık inovasyon olarak isimlendirilen yeni bir yaklaşımın doğmasına yol açtı.
Açık inovasyon
Açık inovasyon, yenilikçiliğin çok daha geniş bir alanda daha fazla paydaşla birlikte kazan – kazan yaklaşımına dayanılarak geliştirilmiş bir modelidir. Bu anlayışla; yeniliklerin bir işletmenin sınırları içine hapsolmasının ve ancak kuruluşun sınırlı veya kısıtlı imkânları ile yapılmaya çalışılmasının ötesine geçiliyor. Açık inovasyon yaklaşımını benimseyen bir firma; müşterilerden tedarikçilere, rakiplerden bilim – teknoloji ve ar-ge kuruluşlarına kadar çok geniş bir kesimle ortaklaşa inovasyon çalışmaları yapıyor. Sonuçta bu yenilik sürecine katılan her paydaş kendi kazancını daha az maliyetli ve daha kolay biçimde elde ediyor.
İnovasyon konusuna bir nokta koyalım ve kente dönelim. Bir kentin en belirgin özelliklerinden birisi, o yerleşimde çok sayıda ekonomik ve sosyal paydaş bulunmasıdır. Diğer yandan bu paydaşların tümü; daha çok kazanabilecekleri, üretip tüketebilecekleri, sağlıklı şartlara sahip ve insanları mutlu edecek bir yerleşimde yaşamak istemektedirler. Dolayısıyla kentin paydaşlarının kenti birlikte geliştirmelerinde ve ortaklaşa daha yaşanır hale getirmelerinde ortak yararları var. Bu düşüncenin, açık inovasyonu var eden yaklaşımla benzerliğine dikkat çekmek isterim. Bugün artık bir ekonomik ve sosyal işletme niteliğini daha fazla taşıyan bir kent, açık inovasyon ile çok daha ilişkili bir olgudur.
Dün bir pazarda bir arada duran müşteriler, rakipler ve tedarikçiler birbirlerini adeta ‘düşman’ gibi algılamaktaydılar. Bugün ise ihtiyaçları karşılamada birlikte çalışmanın her kesime yararları olduğunun farkına vardılar. Bu süreçte kişi ve kuruluşlar arasındaki kalın duvarlar daha saydam hale geldi. Örneğin bir firma, bir başka işletmenin içinde araştırma ve analiz yaparak daha yararlı neler tasarlayıp üretebileceğini inceliyor. Sonuçta; paydaşlar arasındaki duvarların incelmesi ve saydam hale gelmesi, tüm paydaşların katma değer elde edeceği bir kazan – kazan anlayışının uygulanabilmesine neden oluyor.
Şimdi kente geri dönelim. Çok sayıda ve farklı nitelikte paydaşı olan bir kenti incelediğimizde; açık inovasyon kavramının ‘açık kent’ olgusuna dönüştüğünü görüyoruz. Açık kent kavramı, o yerleşimde yaşayan paydaşlar arasındaki duvarların inceldiği, ilişkilerin saydamlaştığı ve yaşamın daha demokratik hale dönüştüğü, dolayısıyla kentin olanaklarının hakça paylaşıldığı bir yerleşimi ifade etmektedir. Özetle; bir kentin nelere sahip olduğu sorusu, devamla bunların nasıl ne orunda / yoğunlukta paylaşıldığı sorusu ile izlenmek zorundadır. Bir kentin çok kaliteli olması tezi, artık o yerleşimin açık kent kavramına uygunluğu ile doğrulanmak zorundadır. Eskişehir; açık bir kent olma yolunda ilerlemek isterse, buna uygun iş modelini ve mekanizmaları geliştirmelidir.
Eskişehir ve tarihte açık kent
Kentlerin tarihî geçmişine bakıldığında; kapalı kent, açık kent ve uç kenti olmak üzere üç farklı modelden söz edildiğini görülür. Örneklemek gerekirse; kapalı kent ile anlatılmak istenen, İstanbul veya Diyarbakır gibi etrafı surlarla çevrilmiş kent modelidir. Açık kent ise Eskişehir gibi surların içinde gelişmemiş olan kent biçimidir. Günümüzde kentlerin açıklığı veya kapalılığı kavramlarının değiştiğini gözlüyoruz.
Eskişehir’in Odunpazarı ile başlayan yerleşimi, Türklerin Anadolu’ya gelişine denk düşer. Bu kentin bir kavşak noktasında yer alması ve Türk toplulukları ile diğer toplumlar arasında bir sınır oluşturması, uzun süre bu bölgenin kalıcı yerleşim yeri olarak benimsenmemesi sonucunu oluşturmuştur. İlk yerleşimcilerin (bir savaş ve çatışma alanı olarak kabul ettikleri) bu yörede kalıcı konutlar yapmak yerine uzun süre çadırlarda kalmayı tercih ettikleri tarih kitaplarında diler getirilmektedir. Diğer yandan Eskişehir; Porsuk Çayı’nın varlığı ve yerleşime yakın termal sıcak su kaynağının mevcudiyeti ile (Bizans’tan bu yana) açık kent yerleşiminin küçük de olsa bir örneğini meydana getirmiştir.
İlginç biçimde Eskişehir’in daha sonraki dönemlerdeki tarihi de bir açık kent modeline uygun olarak gelişti. 1800’lü yıllara kadar küçük bir yerleşim olan Eskişehir, daha sonra Balkanlardan ve Kafkaslardan aldığı göçleri kendi yapısına sindirmesi ile açık kent özelliklerinden bir başkasını sergiledi. Benzer biçimde İstanbul – Bağdat Demiryolunun Eskişehir’den geçmesi, şehrin bu özelliğini pekiştirdi. Bu açıklık olgusu, daha sonraki yıllarda kentin üniversiteleri ile gelişti. Bu olguya bağlı olarak Eskişehir hemşehriliği dokusunun çok gelişmiş olmamasına karşın çok kültürlülüğün kent toplumunun önemli bir niteliği olması, saydığım bu unsurların doğal bir sonucudur. Bu durum, Anadolu’nun pek çok kentinde gözlenmeyen ayırt edici bir niteliktir.
Eskişehir’in tarihsel süreçte değişime uğramasına benzer biçimde; açık kent kavramının da anlamsal değişim geçirdiğini görüyoruz. Bugün açık kent kavramından söz ederken, bunun açık inovasyon (açık yenilikçilik) ile -kent toplumun güven ve işbirliği yeteneklerini ifade eden- sosyal sermaye ile ilişkilendirmek gerekir. (Sosyal sermaye; bir topluluğun birlikte çalışma, işbirliği yapma ve karşılıklı güven özelliklerini ifade eden bir kavramdır. İnsan kaynaklarını ifade eden beşerî sermaye ile karıştırılmaması gerekir.) Yüksek okullaşma oranı ve gelişen üniversiter niteliği ile Eskişehir’in bu yönünü geliştirmek ve kentler arası yarışın dikkate alınır aktörlerinden birisi olmasını sağlamak amacıyla yapılması gerekenler var.
Öncelikle; hızlı biçimde kentin inovasyon (yenilikçilik, yenileşim) yetenekleri ve sosyal sermaye düzeyi konusunda tespitlerin yapılması gerekiyor. Örneğin kentte sınaî veya ticari iş kümelerinin oluşmasını istiyorsak, sosyal sermaye düzeyini öğrenerek doğru stratejileri ve hedefleri önümüze koymamız şarttır. Diğer yandan kentteki sınaî, ticari veya sosyal örgütlerin inovasyon yeteneklerini bilinmesi ve geleceğe yönelik hedeflerin bu tespite göre yapılması önemlidir.
İkinci olarak; kentte mevcut olan firmalar, tüketiciler / yurttaşlar ve diğer kurum ile kuruluşların birlikte çalışabilmelerinin yöntem ve mekanizmaları geliştirilmelidir. Örneğin iş dünyasında yer alan meslek odası ve sivil toplum kuruluşlarının bir ağ oluşturmaları ve olabildiği ölçüde bir ortak program etrafında birleşmeleri sineri yaratacaktır.
Bir kentin açık şehir olma özelliğini ifade eden göstergelerden birisi, o kentteki kişi ve kuruluşların bilgi üretebilme yetenek ve kapasiteleri ile ilgilidir. Açıklık özelliği yetkinleşmemiş kentlerde bilgi üretiminin sadece üniversitelere özgü olduğu düşünülür ve bilginin yegâne kaynağı olarak üniversiteler ve akademisyenler kabul edilir. Açık bir kentte ise üniversitelere ek olarak ar-ge kuruluşları, danışmanlık firmaları, iş geliştirme merkezleri, değişik türde laboratuarlar ve iş - bilim - teknoloji ağları etkin biçimde görev yaparlar.
Yukarıda sözünü ettiğim konularda bir yaklaşımın içselleşmiş olması önemlidir. O da tüm bu kurum ve olaylarda çalışma biçiminin katılımcılık ilkesi ile donanmış olmasıdır. Bir başka deyişle; kentsel süreçlerin olabilen tüm türlerinde ilgili paydaşların katılımı mümkün olmalıdır. Buna açık kentin demokratiklik özelliği diyebiliriz. Açık kent fikri, her şeyden önce bir tercih konusudur. Bir kent, o kentin yöneticilerinin ciddi katkıları ile ya açıklıktan yana gelişir ya da (geçmişte surların içine kapanmış olduğu gibi) kapalı kapılar arkasında kalmaya devam eder.