Gazetede Son Yazı
Gürcan Banger
Kendimi bildim bileli yazarım. Bazı kısa süreli ara vermeler olsa da; 2004 yılı Mayısından beri yerel basında sürekli yazıyorum. Yazma sürecim kendimi ifade etmem kadar öğrenme ve kendimi yenileme vesilesi oldu. Şimdi ise durup dinlenme zamanı geldi. “Neden?” diye soranlar olabilir. Çatışmayla bir yere gidilmediğini görerek uzunca bir süredir polemik yazıları yazmayışıma rağmen kendini kurtulmuş hissetmenin keyfiyle “Oh” diyenler de olacaktır.
Kendime sorular sorduğum zamanlar olur. Örneğin İdris Küçükömer’in Bağlam Yayınları arasında tüm eserleri basıldığında onun entelektüel vitrinden çekildiğini fark etmiştim. Kitaplardan bir tanesi ilginçti. Kitap, Küçükömer’in notlarından oluşuyordu. Öyle notlar ki, gömlek kartonlarının arkalarına, gazete sayfalarının kenarlarına, bir yüzleri kullanılmış kâğıt parçalarına ya da bulunabilen herhangi bir kâğıda yazılıvermiş…
Hâlbuki Küçükömer gündemde olduğu yıllarda entelektüel yaşamın en ilgi çeken yazarlarından birisiydi. İçe dönmesinin ve yazılı basında yer almayışının bir nedeni olmalıydı. Sözü bitmiş olamaz. Belki kırgındı. Yorgundu diyemem; çünkü notlarından hâlâ bir çalışma temposu içinde olduğu belliydi. Bir şey oldu ve İdris Küçükömer kendi köşesine çekildi.
Bu yaşam öyküsünü unutmaya başladığım bir zamanda rock müziği şarkıcısı ve söz yazarı Teoman’ın kendi İnternet sitesinden yaptığı duyuruyu öğrendik. 2011 yılının bir Perşembe günü müziği bıraktığını açıkladı. Çeşitli yorumlar yapıldı. “Neden?” diye sorup bırakanlar kadar, bu sorunun cevabını kendilerince açıklamaya çalışanlar da oldu. Kendince haklı nedenleri olmalı.
Bırakmaz gibi göründüğü şeyleri terk edip arkasına bakmadan yürüyenler vardır. Hepsini hatırlayamam. Ayrıca kendimi yukarıda saydığım isimlerle veya başkalarıyla ne kıyaslıyorum ne de bir denklik kurmaya çalışıyorum. Ama bir zaman geliyor ki; yaşadıkları ve gördükleri karşısında insan kendi kendine “Ben ne yapıyorum?” diye sorma ihtiyacı duyuyor. Sanırım; benzeşen yan budur…
Geçtiğimiz günlerde “Kendi İnsanını Sevmeyen Şehir” başlıklı bir yazı yazmıştım. Bir bölümü şöyleydi: “Değerli olan nedir? İnsanın kendisi mi, yoksa üzerindeki giysiler ve takıları mı? Hiç kuşkusuz; soruyu cevaplayanların çok büyük çoğunluğu, gerçek değerin insan olduğunu söyleyecektir. Aynı soruyu ‘Bir kentte değerli olan nedir?’ şeklinde sorsam, muhtemelen alacağımız cevaplar arasında binalar, caddeler, sokaklar, alışveriş merkezleri, mağazalar ya da heykeller vs gibi dış mekân mobilyaları öne çıkacaktır.”
“Bir kentli yurttaş, yaşadığı kentin nesiyle övünür? Sokak mobilyaları ile mi? İnsan yapımı fiziksel yapılarıyla mı? İklimiyle mi? Akarsuyu ya da dağlarıyla mı? Bir kentte değer olan nedir? Bir kentin övünmeye değer en önemli kaynağı ne olabilir?”
“Kentler, insanların yerleşme ve yaşama alanı olarak düzenledikleri mekânlardır. Bu ortamı yaratan insandır. Daha da önemlisi, kendi yaşamını sürdürmek için yapmıştır. Kenti anlamlı kılan insandır. Bu nedenle bir kentin değerini de ağırlıklı olarak o yerleşimin insan kaynağı belirler. Bir kent, orada yaşayan insan topluluğu ile değerlenir. Dolayısıyla yaşadığımız kent ile övünecek isek öncelikle kentimizin insan varlığı ve insani birikimi ile övünmemiz gerekir. Övünmek için ise önce insanı, buradan kaynaklanarak kentimizin insanını sevmemiz ve ona saygı duymamız gerekir. Sevgi ve saygı duymayı ise kentimizin insanına sahip çıkarak pekiştirmeliyiz. Şehir toplumu, önce kendi insanını sevmeli ve ona sahip çıkmalı; ardından onunla övünebilmeyi bilmeli.”
Bitirirken
Bu okuduklarınız, 2 Eylül Gazetesi’nde bu köşede yazdığım son yazı… Gazeteyle olan herhangi bir anlaşmazlığım veya çatışmam söz konusu değil. Gazetedeki ekiple her zaman iyi ilişkilerim, dostluklarım oldu. Onları her zaman sevgi ve saygıyla anıyorum. Son olarak; bu son yazının (yukarıda yaptığım özet dışında) nedenini sorarsanız; bırakın, o da bana kalsın. Söylemeye bu dil yetmez.