Su Sorunu ve Özensizliğimiz
Gürcan Banger
İnsanlığın öğrenme güdülerinin başında, hiç kuşkusuz felaketler geliyor. Örneğin depremler, heyelanlar, seller daima bize yaşam çevremiz ile ilgili acılı dersler vermiştir. Son günlerde sayıları hızla artan patlamalar ve yangınlar ise iş yeri güvenliği ve çalışan sağlığı hakkında yine zalim dersler almamıza neden oluyor. Ta ki; bunları unutup bir başka felaketle hatırlayıncaya kadar…
Değişen iklim şartları, aşırı yağmurlar veya kuraklaşma ve çölleşme, heyelanlar ve bozkır haline gelen çevre bize ağacın ve yeşilin değerini öğretti. Kentlerin havasını egzoz gazlarıyla, kötü kömürle, fabrika bacalarının atıklarıyla yaşanamaz hale getirince havanın aslında pahalı bir meta olduğunu öğrendik. İçilebilir tatlı suyun sokak çeşmelerinden aktığını bilenlerimiz vardır. Piyasada şişelenmiş su satılmaya başlamasından, bir bardak su için bir sürü para vermeye başlamamızdan bu yana suyun da pahalı ve değerli olduğunu fark ettik.
Kullanılabilir su sorunu
Geçmişte çevreyi, yeşili, havayı ve suyu kullanırken daima sonsuz olduğu varsayımı vardı aklımızda. Çevre ve hava kirliliği uzunca bir süre Eskişehir’de de gündem konusu oldu. Zaman zaman tırmanma gösterse de eskisi kadar söz edilmiyor. Aslına bakarsanız sorun görünmez oldu mu, o konuyu tam olarak çözüp çözmediğimize bakmadan gündemden kaldırıveriyoruz.
Bir de, sessizce büyümekte olan sorunlar var. Giderek büyüyen sorunlardan birisi de su kaynakları ile ilgili. Ülkemizde kişi başına düşen yıllık su miktarı 3.600 metreküptür. Bu suyun kullanılabilir olan kısmı ise yaklaşık yarısı (sayısal olarak 1.700 metreküp) kadardır. Türkiye, Dünya standardı olan kişi başına yıllık 10.000 metreküpün altında kaldığı için su yönünden zengin bir ülke sayılmıyor. Bu nedenle ülkemizde su kaynaklarının akıllı kullanımı gibi bir sorun objektif olarak var.
Ülkemizin su kaynakları yüzey suları ve yer altı suları olmak üzere iki kategoride toplanabilir. Yüzey suları ile ilgili olarak yapılan hesaplarda ülkemize yılda 500 milyar metreküp yağış düştüğü anlaşılmaktadır. Bu suyun tüketilebilecek olan miktarı 100 milyar metreküp dolayındadır. Bu miktarın 30 milyar metreküpü ise halen fiilen kullanılabilmektedir. Yağış olarak düşen suyun yaklaşık 40 milyar metreküpü ise yeraltı su depolarını beslemek üzere yerin alt katmanlarına doğru sızmaktadır.
Dünya’da sıcaklığın giderek artmakta olduğu ve bu genel iklimsel değişimin Türkiye’yi de kuraklık yönünde etkilediğini biliyoruz. Türkiye’de yaşanan kuraklığın ülkeye özgü özel nedenleri de bulunmaktadır. Ülkenin çok engebeli topoğrafik yapısı, su kaynaklarının ve yağışın bölgelere göre düzensiz olması, su kaynaklarının kısa hedefli ve yerel beklentilerle diğer yörelerden bağımsız olarak kullanılması bize özgün sorunlardır. Bu sorun kaynakları ülkedeki kuraklık tehlikesini artırırken ulusal, bölgesel ve yerel su planlarına olan ihtiyacı gündeme getirmektedir.
Yapılan araştırmalara göre yer altı su kaynaklarının miktarı yıllık 12 milyar metreküp dolayındadır. Söz konusu suyun yaklaşık yarısı kullanılmaktadır. Ama üzücü olan, bu suyun çok büyük bölümünün akarsular aracılığı ile denizlere boşalıyor olmasıdır; böylece tatlı sular geri dönülmez biçimde tuzlu suya dönüşmektedir.
Alarm durumu var
Denetimsiz kullanım ve plansızlık alışkanlıklarımız su kaynaklarımız konusunda da sürmektedir. Yer altı sularımızın hacim ve beslenme durumlarının tespit edilmesi konusunda acil çalışmalar yapılması gereklidir. Ulusal düzeyde ve yerel olarak su kaynaklarımızın tespiti, doğru kullanımı için bir yaklaşım geliştirilmesi zorunludur.
Dünya ikliminin ve doğa dengesinin bu biçimde değişmeye devam etmesi durumunda çok yakında petrol savaşlarına paralel olarak su savaşlarını göreceğimiz kesindir. Bu savaşların saldırganları, doğayı yok etme konusunda bugüne kadar denetlenmeleri mümkün olmayan büyük devletler olacaktır. Kaybedenler ise yine Dünya’nın su kaynaklarına sahip ama yoksul ülkeleri olmaktan kurtulamayacaklar.
Bugün yaşadığımız sorunların kaynağını ve gelecek öngörülerinin değerini tespit açısından; 1997 yılında Frederick ve Major tarafından yapılan bir çalışmanın birkaç noktasını dikkatle incelemek lazım. 2050 yılında Türkiye için yapılan öngörülerde bu tarihte kişi başına düşen su miktarında bugüne oranla yüzde 60 azalma olacağı hesaplanmaktadır. Yerel olarak baktığımızda Sakarya Havzası’na yüzde 55 daha az yağış düşeceği, ortalama yıllık akışın ise yüzde 60 dolayında azalacağı öngörülmektedir. Özetle; Dünya’nın iklim değişikliğine bağlı oluşan kuraklık riskini Türkiye ve Eskişehir olarak etkin yaşama olasılığına yakın görünüyoruz.
Kuraklaşma
İklim değişikliğinin olumsuz etkilerini Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde ciddi olarak gösterebileceği tahmin edilmektedir. Bunun göstergeleri ise su kaynaklarının hacimlerindeki azalmalar yanında su kalitesinin düşmesi ve su ürünlerinin azalması olacaktır. Kuraklığın sonuçlarından birisi olarak tüm ülke yüzeyinde suyla bağlantılı yaşam (su ekolojisi) olumsuz değişim gösterebilecektir. Böylece balık gibi su ürünleri üretiminde ciddi düşüşler görülmesi muhtemeldir.
Kuraklığın etkileri Ekvator’dan kuzey ve güney yönlerinde Kutuplara doğru ilerliyor. Kuraklığın ülkemizi daha fazla etkilemesi durumunda tarımsal ürünlerde miktar olarak azalma beklenmeli. Ayrıca gelişecek yeni iklim durumuna bağlı olarak bazı bitki türlerinin yok olması sonucu da doğabilir. Tarımsal üretimde görünümün değişeceği kesin gibi gözüküyor.
Azalan yağışların hidroelektrik santrallerde biriken su miktarını etkilemesiyle elektrik enerjisi üretiminde düşüşler beklenebilir. Anlaşılıyor ki, iklimsel değişim daha uzun yaz günlerine neden olacaktır. Bu yeni mevsimsel durum, turizm gibi sosyal ve ekonomik sektörlerde şimdiden açık şekilde öngöremeyeceğimiz değişikliklere neden olacaktır. Günlük yaşamın da bundan etkileneceği açıktır.
Uzmanlar olası kuraklık sonuçlarından birisinin toprak erozyonunun artacağı biçiminde yorumlarda bulunmaktadır. Buna bağlı olarak yer altı ve yer üstü su haznelerinin taşınan maddelerle dolacağını belirtmektedirler.
İklim değişikliğinin ilginç sonuçlarından birisi de Dünya’da olacağı gibi kıyılarımızda da deniz suyu seviyesinin yükselmesidir. Deniz suyunun yükselmesi ile yakın çevredeki yer altı ve yer üstü su kaynakları tuzlanma tehlikesi ile karşılaşacaktır. Yapılan araştırmalara göre deniz suyunun 1 metre yükselmesi, denizin 40 metre karaya girmesi anlamına gelmektedir. Bu da deniz kıyısındaki yerleşmelerin ne denli temiz su sorunu ile iç içe olacaklarına dair ciddi bir ipucu vermektedir.
Sözün kısası; ulusal, bölgesel ve yerel düzeylerde su kullanımımızı ve su kaynaklarımızı ciddi biçimde ele almamız gereği ortadadır.