“A Quest For Meaning” filmini takiben yapılan “Tüketim Toplumunda Anlamı Aramak” başlıklı sunum, Gürcan Banger - Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali 2017, 26 Kasım Pazar günü Programı, Eskişehir Tepebaşı Belediyesi Zübeyde Hanım Kültür Merkezi - Eskişehir Toplum ve Sanat Derneği (ETOS) ve TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası (İMO) Eskişehir Şubesi tarafından düzenlenen etkinlik.
Algılamayı, tanımayı ve açıklamayı dünya ve yaşamla ilişkiler kurarak gerçekleştiriyoruz. Kurduğumuz ilişkiler ise yaşamımızdaki özne ve nesneleri anlamlandırmanın temelini oluşturuyor. Anlamlandırma; kendi zihinsel haritamıza göre güzel ile çirkini, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı ayırt edebilmenin özüdür. Eğer algı çevremizi doğal olanın dışına dönüştürürsek yaşamı anlamlandırmamız ve değer yargı sistemimiz de yapaylaşıyor, doğal-dışı bir hal alıyor.
Örneğin bir tatil köyünde veya büyükçe bir otelde “her şey içinde” olarak tanımlanan bir tatile gittiniz mi? Yemeğin açık büfe olduğu, ziyaretçinin güya her istediğini ücret ödemeden alabildiği bir tatil köyüne veya otele… Normal olarak para verip satın almayacağımız, kalitesi kuşkulu yiyecekleri tabağımıza ‘asla yiyemeyeceğimiz, hatta yemememiz gereken ölçüde’ doldurduğumuz türden açık büfeleri olan konaklama mekânlarına… Neden böyle yapıyoruz? Muhtemelen bizi böyle davranmaya iten temel güdü, her şeyin tadına bir çırpıda bakıvermek ve çok tüketerek mutlu olmayı umut etmektir.
Aceleci ve kolaycı bir davranışla her şeyi bir anda yemek istediğimiz için sonuçta tat alamadığımız bir yemek yemiş oluyoruz. Her şeyi bir anda tüketmek adına yemeğin lezzetini ve doymanın keyfini yitiriyoruz. Tabağımıza aldıklarımızın bir kısmının, yiyemediğimiz için çöpe dönüştüğü de bir başka gerçektir.
Eğer yemek için ayrılmış kısa bir zaman diliminde pek çok şey yemek isterseniz, bu durumda her yiyeceği aceleye getirmeniz gerekir. Çoğu zaman günlük yaşamımızda da çok sayıda lezzeti elde etmek için, ‘yaşamı aceleye getirdiğimizin’ farkında bile olamıyoruz. Böylece yaşam, ‘tadını çıkarmanın’ çok ötesine geçerek anlamsız bir koşuşturma haline dönüşüyor. Gece olup başımızı yastığa koyduğumuzda o günün önemli lezzetini hatırlamakta zorluk çekiyoruz. Böyle bir durumda kendimize soracağımız “Bana bugünü hatırlatacak ne yaptım?” sorusunun cevabı, gece saatlerinde bulutlarla kaplı gökyüzünün koyu karanlığında bir yıldız aramaya dönüşüyor.
Çoğu zaman kolaycılık ve panik halini almış hız talebi, insan yaşamının özünün önüne geçiyor. Bir başka örnek olarak üniversite vb. seçme sınavlarını verebilirim. Çoktan seçmeli sınav yapmanın mantığı nedir? Daha çok insanı daha kısa sürede seçmek adına elemek değil mi? Muhtemelen kaynağı ezbere dayalı böyle bir seçim gerçek anlamda yaratıcı, girişimci veya yenilikçi niteliği ayırt edebilir mi? Bazen bir a ya da b ya da c cevabı için çok değerli bir kaynağı (gelecekte çok başarılı olabilecek bir insanı), acelecilik ve kolaycılık nedeniyle eğitimin ve hatta yaşamın çöplüğüne atıveriyoruz. Yaşamda başarılı olması beklenen bir insanın, çoktan seçmeli bir sınavda da başarılı olması gerektiği gibi evrensel bir kural var mı?
Öğrenmeyi de aceleye getiriyoruz. Okullarımız, dünya bilgi ve görgüsünü yaşamımıza özümsetmek yerine, üstünden köpüğünün tadına varmayı öğretiyor. Anlamlı ve geliştirici sohbetlerin yerini bile, İnternet ortamında ya da giderek ‘akıllanan’ cep telefonlarıyla yapılan ‘geyik muhabbetleri’ almadı mı? Artık kimsenin bir dost meclisinde derin sohbete ayıracak zamanı yok sanki… Mevcut olan da, ‘ağzı olanın konuştuğu’ bir ortamın ötesine geçemiyor.
Sevmeyi de aceleye getiriyoruz. Dar zamanlarda sevginin büyüsünü yakalamaya çalışıyoruz. O da çoğu zaman ‘bizim ilişkimiz’ yerine tüketim odaklı ‘benim ilişkim’ haline dönüşüyor. Bir ilişkinin bir içtenlik, tutku ve kararlı bağlılık olduğunu unutup kendi başımıza bir ilişki yaşamaya çalışıyoruz. Bireysel bağımsızlık adına yapılan bu ilgisiz ve kayıtsız davranış modelinin bizi cennete götürmeyeceğine kuşku yok. Bireysel bağımsızlık, yaşamı aceleci ve kolaycı bir tavırla tüketmeye çalışmaktan daha başka bir şey olmalı.
***
Diğer yandan yaşam sadeliği, giderek artan tüketim çılgınlığı ve insan yaşamının yok olan ortamları ile birlikte yepyeni boyutlar sunabiliyor. Küresel ısınma, sağlıklı yaşlanma, herkes için adil yaşam şartlarını oluşturma, doğal yaşamın korunması ve sürdürülebilirliği gibi konular yaşamsal sadeliği her geçen gün daha fazla gündeme taşıyor. Yaşamsal sadelik, öncelikle insanın kendi ‘yaşam yolunu’ bilinçle, hassasiyetle ve kendi doğal isteklerine bağlı olarak seçmesi demek…
Tüketim bağımlılığının ikiz ifadesi, üretim çılgınlığıdır. Üretim ise doğayı değiştirmek anlamına gelir. Eğer yeraltındaki altını çıkarmak için zehirli ve tahrip gücü yüksek siyanürü kullanırsanız, o doğal çevreyi sürdürülebilir yaşam için ‘imkânsız’ bir noktaya getirebilirsiniz. Dolayısıyla sadeliğe sadece tüketimin Dünya ve yaşam kaynaklarını yok etmesi açısından bakmamak lazım. Sadeliğin altyapısı olarak ‘sürdürülebilir üretim’ kavramını da dikkate almamız gerekir.
Sade yaşamın ilintilerinden birisi, doğal yaşam ortamlarının ve buralarda yaşayan canlıların varlıklarının devamının sağlanmasıdır. İnsan olarak faaliyetlerimizde diğer canlı türlerinin varlıklarını sürdürmelerine özen göstermek zorundayız. Bu anlayış, basit çevreci kavrayışın ötesine geçen, insanın yaşamının dışına taşarak, tüm canlıların yaşamsal sürekliliği ile cansızların sürdürülebilirliğini değerli bulan bir yaklaşımdır.
İnsan, söylemini çevresine yazarak veya konuşarak iletebilir. Hâlbuki yaşamsal sadelik anlayışı, insanın fikriyatını ve yaşam modelini bizzat yaşayarak açıklaması üzerine yoğunlaşır. Örneğin ünlü barışsever ve düşünür Mahatma Gandhi, “Yaşamım mesajımdır” der. İnsanları teşvik eden böyle yaşamlar, doğanın ve yaşamın sürdürülebilirliği konusunda çok önemli insani katkılardır.
Sade yaşam, insanın doğal köklerinin farkında olması demektir. Bir anlamda tüketmekte aceleci olan insanın, gerçekte kendi varlığını tüketmekte olduğuna işaret edilmesidir. Yaşamsal sadelik, canlı yaşamına ve cansızın varlığına saygılı olmanın bir ifadesidir.
Hiç kuşkusuz; yaşamsal sadelik, insanın yaşamını daraltması değildir. Çevresine karşı duyarsız, hareketsiz ve ilgisiz kalması anlamına da gelmez. Ama yaşamı bir koşuşturma haline getirerek, yaşamaktan almamız gereken lezzeti yitirdiğimizin de farkında olmalıyız.
***
Çevrenize şöyle bir göz gezdirin. Bunu bir caddede yürürken çok daha kolay yapabilirsiniz. Yüksek binalar, yoğun trafik, insan gözünün görebileceğinin ötesinde renklendirilmiş bir reklâm dünyası, kulakları hırpalayan kentsel gürültü ve diğerleri… Hepsinin ortak özelliği, insan ölçeğinin çok ötesinde olması…
İnsanın fiziksel, zihinsel ve duygusal boyutlarını aşan yaşam ortamı sadece kentin dış fiziksel mekânlarına ait değil. Günlük yaşamımızın her alanı, insan ölçeğinin dışına savrulmaktan mustarip… İnsan ölçeğinin ötesinde satın alıyoruz, ihtiyacımızın ötesinde istiyoruz, kendi boyutlarımızın ötesinde tüketiyoruz. Geliştirdiğimiz ‘uygarlık’, insan ölçeğinin çok ötesine ulaştığından, kendi yaşam çevremizi her an daha büyük bir hızla tüketiyoruz.
Mutlu olmak ümidiyle daha fazla tüketiyoruz. Günümüzde tüketim eğilimi, bireyleri aşarak toplumun tamamını saran bir tüketim bağımlılığı haline dönüştü. Bir salgın hastalık gibi yerel ve bölgesel sınırları aşarak küresel boyutlara erişti. Artık tüketmenin, insani ölçekteki ihtiyaçlarımızın karşılanmasıyla hiç ilgisi kalmadı. Adeta ‘tüketmek için tüketir’ hale dönüştük. Eğer tüketimi, bir mutluluk aracı olarak insanların kafasına kazırsanız, bundan başka bir sonucu beklemek de hayal olur.
Aşırı tüketim hakkında fikrini sorduklarınızdan pek çoğu, tüketim bağımlılığının kötü bir şey olduğunu söyleyecektir. Ama mevcut sistemin, tüketimin denetlenmesi yerine daha fazla tüketme yönünde işletilmesi şaşırtıcı değil midir?
Tüketim bağımlılığının artışına dikkat ettiğimizde; üreten ve pazarlayan işletmeler yanında bu manyayı teşvik edenlerin başında medya organlarının olduğunu gözlüyoruz. İletişim ve bilişim teknolojilerinde kısa süredeki olağanüstü gelişmeler, öncelikle kişilerin mal ve hizmetlere erişimini kolaylaştırdı. Bu ortama özgü yeni pazarlama, ikna ve satış mekanizmaları geliştirildi. Özellikle TV kanalları ve İnternet, yerinden kalkmadan satın alıp tüketebilmek için yepyeni yol ve yordamlara vesile oldu. Bu araçlar, tüketimin mutluluk ile eşdeğer olduğu ve daha mutlu olmak için çok tüketmek gerektiği konusunda insanların bilincine kalıcı takıntı çapaları yerleştirdi.
***
İnsan ölçeğinin ötesine geçen tüketim bağımlılığından söz ederken, alışveriş merkezlerini (AVM’leri) hatırlamadan olmaz. Bugünkü sosyo-ekonomik dünyayı temsil eden bir ikon olarak AVM, tüketim toplumunda anlamı arama sürecindeki önemli bir metafordur.
AVM, kendini doğal çevreden soyutlamış bir kapalı kutudur. Böyle bir mekânda zaman yoktur. Bu kapalı kutuda bulunduğunuz zamanı, ne göğe ne de yıldızlara bakarak ölçemezsiniz. Yaşamın akışı ile bağlantı kurabileceğiniz tek unsur, doğa dışı bir nesne olan saatinizdir. O da yoksa zamandan ve mekândan kopmuşluğunuz ‘resmiyet’ kazanmış demektir. Bu sahte dünya, sizi zamandan ve mekândan koparak ipli kukla gibi yöneterek sınırlı davranışlarla salt tüketime yönlendirir.
AVM, yerleştiği mekânı yeniden tanımlar. Büyük ölçekli olmasının anlamı, sadece daha fazla ürün ve hizmet bulunması değildir. Konu, mekânın insan ölçeğinin ötesinde yeniden tanımlanmasıdır. Böylece insanın alıştığı doğal mekân anlayışı yok edilir; onun yerine yeni ve yapay bir mekân anlayışı oturtulur. AVM; yeni, sanal bir dünyadır.
Bilgisayar oyunları bir hayal yaratır; yaşamı sanallaştırır. Bu nedenle sanal gerçeklik adı veriliyor. AVM de buna benzer. Yeni bir tüketim algısı yaratmak için sanal yeni bir dünya yaratır. İngiliz yazar Aldous Huxley, 1932’de yayınladığı “Cesur Yeni Dünya (Brave New World)” isimli romanında bir ütopya yaşamdan söz ediyordu. Yeni bir dünya tanımlama anlamında; AVM, bu görevi yerine getirmektedir. AVM, gerçekleşme yönünde hayli yol almış bir tüketim toplumu ütopyasıdır. Bu ütopya, hafta da 7 gün, günde 24 saat tüketim yapabilmenizi mümkün kılmayı hedefler.
Eski zamanlarda yaşam doğaldı. Açık havada ve doğanın içinde yaşanıyordu. AVM’ler ile birlikte tanımlanmış ve denetlenmiş mekânlara yöneliyoruz. Dolayısıyla kapalı mekânların dışı değil, içi daha değerli hale geliyor. Aynı eğilimi, zengin gettoları diyebileceğimiz etrafı giderek yüksek duvarlarla çevrilmeye başlayan konut sitelerinde ve rezidans diye anılan ayrılmış ikamet alanlarında da görüyoruz. Her geçen gün biraz daha doğal yaşamdan uzaklaşıyoruz. Bunun tek nedeni de daha çok tüketebilmek… Bir gün AVM’den veya rezidanstan kafamızı dışarı uzattığımızda, tüketecek bir dünya kalmadığını hayretle görebiliriz.
Bir metafor olarak AVM, bugünün tüketim tapınağıdır. Bu dev alışveriş merkezlerinin yeni bir yaşam ritüeli yarattıklarına da hiç kuşku yok. Ritüelin ilk çıkış anlamı ayindir. Dinsel içerikli bir sözcüktür. Zamanla daha felsefi ve kültürel bir içerik kazanarak; dini inançlara benzer alışkanlıklar veya kutsallaştırılmış davranış biçimleri olarak yorumlanmıştır. Genel anlamıyla ritüel; bireylerin ait oldukları sosyal çevrenin gelenek, görenek ve kabulleri karşısında pozisyon alma ve davranma biçimleridir. İşte; bu nedenle AVM, günlük yaşama ilişkin yeni bir ritüel yaratır ve AVM’nin kendisi de bir tüketim tapınağı olur.
Geleneksel alışverişte; bir ihtiyacı karşılamak üzere çarşıya çıkar, gerekli olanı satın alır ve yaşam mekânınıza dönersiniz. Genelde tek katlı yapılardan oluşan çarşı, sosyal iletişimin dışında başka yönelimler oluşturmaz. Açık pazara gittiğinizde bile, satın almak istedikleriniz önceden bellidir. Ailenin alışkanlıkları satın alma davranışına birebir yansır ve bu kalıbın dışına fazlaca çıkılmaz. Geleneksel çarşı, bir tapınakta olduğu gibi bir ruhsal dönüşüm ve konsantrasyon yaratmaz. İnsanlar, gerçek yaşamın içinde olduklarını fiilen hissederler, ruhsal değişime uğramazlar.
AVM, bir hiper gerçekliktir. Yaşamın dışında yeni bir sanal dünya yaratır. Geleneksel çarşıda ihtiyaçlar ve ürünlerin arzı, elle tutulabilir ve gözle görülebilir gerçeklerdir. AVM ise bir sihirbaz gibi bir ihtiyaç ve satın alma illüzyonu yaratır. Bu yanılsama, dün var olmayan, bugüne ait yeni bir sosyo–ekonomik ruh durumudur. Genelde insani ölçeğin dışına çıkarak, insana yabancılaşmış olan tüketim toplumunun yarattığı bir hayaldir. AVM, günümüzde tüketim toplumunun yarattığı en büyük tüketme aracıdır.
Dünya insanının daha az ve daha akıllı tüketmek için çok fazla nedeni var. Dünya kaynakları hızla tükeniyor; üzerinde yaşadığımız gezegen dışında uzayın derinliklerinden yeni kaynaklar bulabileceğimize ilişkin henüz yeterli bilgi yok. Bu konuda bir tahminde bulunmak da mümkün değil. Diğer yandan çevre kirliliği, giderek tüm Dünya’yı bir fosseptik çukuruna dönüştürüyor. İklimlerin hızla değiştiğini, Dünya üzerinde kuraklaşmanın arttığına ve kullanılabilir temiz su kaynaklarının giderek yok olduğuna tanık oluyoruz. Diğer yandan yerel savaşların insan neslini giderek daha çok tehdit ettiği bir ortamda milyonlarca aç ve yoksul insan, yaşamını sürdürmeye çalışıyor. İşte; böyle bir ortamda AVM yanılsaması, bir yandan bizi her şeyin ne denli bol olduğuna ikna etmeye çalışırken, diğer yandan da her an daha çok tüketmemiz için teşvik ediyor. Bu yanılsama, “Bulmuşken ye!”, “Varken iç!”, “Paran yoksa da yarın ödersin”, “Daha çok tüketmek seni daha fazla mutlu ediyor” şeklinde beynimize kazınıyor.
Dev alışveriş merkezleri, kapitalizmin kendi üretim sorununu çözmek için yarattığı sanal bir gerçekliktir. Adı ya da formu her ne ise; AVM, endüstri toplumunda ve sonrasında dev tekellerin, krizin sürekliliğini itiraf etmeleridir.
***
Tüm dünyada bir çılgınlık halini almaya başlayan tüketim eğilimini hemen her alanda gözlüyoruz. Geçmişte dayanıklı tüketim malları arasında sayılan emtia bile artık modanın ve hızlı tüketimin malzemesi haline geldi. Diğer yandan; gıda tüketimindeki aşırılıklar, küresel ölçekte giderek yaygınlaşan obezite adı verilen şişmanlık hastalığına ‘kök neden’ oldu. Bireylerin ve toplumların yaşamı, zihinlerimiz de dâhil olmak üzere adeta her alanda obezleşiyor. Dünyanın ciddi bir bölümü açlık ve yoksullukla savaşırken, başta gelişmiş ülkelerde olmak üzere dengesiz tüketime bağlı aşırı şişmanlık yeni bir hastalık olarak yükseliyor.
Aşırı şişmanlık gibi yeni türden hastalıkların yaygınlaşmasında vurgulanması gereken önemli bir nokta var. Dünya ekonomik sistemi, sadece mal ve hizmetleri yeniden üretmekle kalmıyor. Tüketim eğilimlerini canlı tutabilmek için bir yandan da sürekli yeni ihtiyaçlar yaratmaya ve üretmeye çalışıyor. Bunlar arasında insan bedenine olumsuz etkiler yapabilen genetik olarak değiştirilmiş gıdalar ile doğallıktan koparılarak sentetik olarak üretilmiş yiyeceklerin önemli bir yeri var.
Amaç, daha çok satmak ve daha fazla kâr elde etmek olunca; hangi sektörlerin bu beklentilere hizmet edeceğinin önemi kalmıyor. Örneğin insan ve toplum sağlığı da kâr elde edilmesi gereken sektörlerden birisi olarak gündeme geliyor. Bu nedenle özellikle az ve orta derecede gelişmiş ülkelerde sağlığın bir piyasa olarak serbestleştirilmesi sağlanmaya çalışılıyor.
Bu arada ilaç sektörü de, insan ve toplum sağlığına hizmet eden ve etik kuralları olan iyileştirici – koruyucu bir sektör olmaktan çıkarak, her an daha fazla tüketim ve kâr odaklı olmaya başlıyor. Bu süreçte daha fazla satış ve kâr beklentisi olan küresel ilaç üretim endüstrisinin etkisi var. Bu anlamda ilaç endüstrisinin dev şirketleri, ürettikleri ilaç ve malzemeleri pazarlayabilmek için hepimizin hasta olduğuna veya yakın gelecekte olabileceğine bize inandırmak istiyorlar. Bir sürekli hastalık halinin varlığına ikna olmaya zorlanıyoruz. İlaç firmaları, ürettikleri malları hasta olmayan insanlara da pazarlayabilmek için biteviye yeni yol ve teknikler bulmaya çalışıyorlar. Bu nedenle daha sağlıklı gıdalar tüketmeye başlamadan önce henüz mevcut olmayan hastalıklara karşı ilaç kullanmaya başlıyoruz.
***
Kişisel zihin haritanız veya inanç sisteminiz ne derse desin; evrenin, dünyanın ve canlı yaşamın oluşumu üzerine insanlığın geliştirdiği teorik yaklaşımları hatırlayın. Zaman ve mekânda varlığımız ne denli çok sayıda, ilginç oluşumların (hatta rastlantıların) birbirine eklemlenmesi ile meydana geliyor. Canlı ve cansız yaşamda var olan her şey birbirleri ile ilişkili… Bu ilişkiler düzeni sayesinde sürdürülebilir yaşamı var etmeye devam edecek olan doğal denge oluşuyor. Yaşamın doğallığını oluşturan bileşenleri yapay ve zorlamalı bir şekilde değiştirdiğimizde dünyayı ve yaşamı sonu bilinmeyen bir karmaşaya doğru sürüklüyoruz. Sezgilerimiz ve bilgilerimiz; dünya ve yaşam olarak doğallıktan uzaklaşmanın bizi acılı bir karanlık, son bataklığa götürebileceğini ima ediyor.
Dünya kaynaklarını kullanmanın bilinen belli başlı iki yolu var. Ya barış içinde olağan ekonomi koşulları altında ticaret temelli adil bir paylaşım olacak ya da kaynakların mülkiyeti konusundaki beklentiler, savaşarak çözülecek. Bugün hâlâ çözümün çatışmalar yoluyla olmasının tercih edildiği anlaşılıyor. Ekonomik ve askersel yönden gelişmiş ülkeler, dünyanın pek çok noktasında etnik, kültürel, dinsel, ekonomik ve sosyal çatışmaları körükleyerek buralarda güç ve egemenlik elde etmeye çalışıyorlar.
Bugünkü dünya durumu içinde küresel barışın sağlanması, kendiliğinden olabilecek bir gelişme değildir. Diğer yandan dünyada uzlaşmayı sağlamak için kurulmuş olan uluslararası kuruluşlar da çağın ihtiyaçlarına uygunluklarını kaybetmiş gibi durmaktalar. İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan uluslararası örgütler, bugünkü sorunları çözmek için yeterli olmuyor. Hâlbuki dünyada güçler dengesinin mevcut olduğu daha olumlu bir durumda, yaşamakta olduğumuz kanlı savaşlar dönemini farklı bir biçimde geçirebilirdik.
Ne yazık ki; her geçen gün çıkarlara dayalı bir yaşam modeline ivmelenerek savruluyoruz. Bu durum, yalnız küresel düzeyde gerçekleşmiyor. ‘Daha fazla tüketim’ anlayışına dayalı bireysel ve sosyal yaşam, ülke içinde de çatışmaların üst düzeylere tırmanmasına neden oluyor. Sosyal ve kolektif olanı, büyük bir hızla yitiriyoruz. Sosyalliğin, dayanışmanın ve kolektivitenin, bir arada barış içinde yaşamakla çok yakından ilgisi var. Ortak değerler ve ilkeler yok oldukça, bireysel kurtuluş yollarını arama ve bu konuda her şeyi mubah sayma, daha yaygın bir anlayış haline geliyor. Hedefinde sadece kendini kurtarma anlayışı olan bir bireyin ve bu tür bireylerden oluşan bir toplumun, evrensel gerçeği kavramasını beklemek de hayal olur.
Gürcan Banger