Unutulan Kadın: Sabina Spielrein
Gürcan Banger
Başta bilimsel metodolojiye dikkat edilerek yazılanlar olmak üzere; her kitap, kendi içeriğinin ötesinde yeni dallanmalar için bir başlangıç noktası oluyor. Sabina Naftulovna Spielrein’ın ismine sanatsal yaratıcılık konusunu okurken rastladım. Derken Spielrein’ın yaşamının bir bölümünün anlatıldığı, –orijinal adı “A Dangerous Method” olan– Türkçeye “Tehlikeli İlişki” olarak çevrilen filmi izleyerek devam ettim. 2011 yapımı filmde Carl Gustav Jung, Sabina Spielrein, Sigmund Freud ve Otto Gross’un –zaman zaman kesişen– yaşamlarından bölümler veriliyor. Pskiyatri ve psikanalize meraklılar için ilginç olabilecek filmi izledikten sonra Spielrein’ın hayatını biraz daha araştırma ihtiyacı duydum. Coline Covington’ın editörlüğünü yaptığı 2003 baskısı ve muhtemelen Türkçeye çevrilmemiş olan “Sabina Spielrein: Psikoanalizin Unutulmuş Öncüsü” isimli kitabı gördüğümde ise ilginç yaşamlı bu kadının hikâyesini kısaca yazma fikri oluştu. Nedense Spielrein ve Jung ilişkisi bana –kısa öyküsünü daha önce yazmış olduğum– iki heykeltıraş olan Camille Claudel ile Rodin’in ilişkisini hatırlattı.
İlginç Bir Yaşam
Covington kitaptaki makalesinde Spielrein’ın günlüğünden bölümler aktarıyor. Bunlardan bir tanesi Sabina’nın iç dünyasındaki yangını çok iyi tasvir ediyor. 1912’nin 22 Şubatında şöyle yazmış: “Hiçbir kor, hiçbir kömür hiç kimsenin bilmemesi gereken bu aşk kadar alevli yanamaz.”
1885’te doğan Sabina Spielrein dünyanın ilk kadın psikanalizcilerinden birisidir. 19 yaşından başlayarak Carl Gustav Jung’un hastası, öğrencisi ve çalışma arkadaşı oldu. (Bilindiği gibi; 1875-1961 yılları arasında yaşayan Jung İsviçreli psikiyatrist, psikoterapist ve analitik psikolojinin kurucusudur.) Spielrein eğitimi sonrasında İsviçre’de ve Rusya’da psikanalizci ve öğretmen olarak çalıştı.
1977 yılında İsviçre’de Sabina Spielrein’ın günlükleri ve mektupları gün ışığına çıktı. Bu belgeler adı unutulanlar arasında karışmış Spielrein ile psikiyatrinin iki dev isminin -Jung ve Freud’un- ilişkilerini ortaya koyuyordu. Bunlar bulunana kadar Spielrein’ın -kendi psikanaliz ve çocuk psikolojisi çalışmaları da dâhil olmak üzere- Jung ve Freud’un yaşamlarına ve çalışmalarına etkileri bilinmiyordu. Örneğin Freud’u etkileyen “ölüm içgüdüsü” fikri Spielrein’a aittir.
Psikoanalizle çakışan yaşamı 1904 yılında Burghözli Akıl Hastalıkları Hastanesi’nde histeri teşhisiyle Jung’un hastası olmakla başladı. Bu süreçte Jung ile derin bir duygusal ilişki içine girdi. Jung daha sonra onun tıbbi tez danışmanı oldu. Yüksek öğrenimini 1911’de tamamladı. Şizofreni üzerine yazdığı tezi, psikanaliz alanında bir kadın tarafından yazılan ilk tez olma onuruna sahiptir.
Spielrein’ın Sigmund Freud ile iletişimi ilk kez 1909’da ona yazdığı bir mektup ile başladı. İlk kez 1911’de Viyana’da karşılaşıp tanıştılar. Karşılıklı iletişimleri 1923’e kadar yazışmalar ve toplantılar aracılığı ile devam etti.
Köken olarak bir Rus Yahudisi olan Spielrein 1923’te Rusya’ya geri döndü. Vera Schmidt ile birlikte Moskova’da bir çocuk yuvası (çocuk evi) kurdular. “Beyaz Çocuk Evi” olarak tanınan yapı tümüyle beyaz renkle boyanmış ve donatılmıştı. Merkezin ana fikri tüm çocukların özgür bireyler olarak yetiştirilmesiydi. Açılışından üç yıl sonra merkez –çocukların cinsel istismarı başta olmak üzere– değişik suçlamalarla kapatıldı. Bu süreçte –muhtemelen kapatmaya gerekçe bulmak üzere– Stalin’in oğlu Vasily’nin takma isimle çocuk evine kaydettirildiğinden söz ediliyor. Spielrein, 27 bin kişi ile birlikte 1942 Ağustosunda –1912’de evlendiği Pavel Scheftel’den olan– iki çocuğuyla yanında olduğu halde Nazi Alman SS kıtaları tarafından acımasızca öldürüldü.
Son Söz
Spielrein, adı unutulmuş ya da unutturulmuş veya çalışmalarının onuru bir başkasına –muhtemelen bir erkeğe– yazılmış çok sayıdaki öncü bilim kadınından sadece birisidir. Araştırıldığında görülecektir ki; psikanaliz alanındaki çok önemli çalışmalarına rağmen adı hâlâ bir dipnotta yer almaktan ileriye geçmez. Spielrein’ın yaşamı, anıları ile çalışmalarından kesitler ve değerlendirmeler Coline Covington’ın kitabını, ona bilim tarihinin borcunu ödeme gayretlerinden birisi olarak görüyorum.
Spielrein günlüğüne 26 Kasım 1910 tarihinde şunları yazmış: “… İkinci çalışmamı en itibarlı hocama adamak için daha hevesli olmalıydım. Bana yalan söyleyen, fikirlerimi çalan, arkadaşım görünen dar kafalı entrikacıya nasıl itibar yükleyebilirdim? Ve onu sevebilirdim? Her şeye rağmen onu seviyorum. Çalışmam aşk ile gitmeli. Onu seviyorum ve ondan nefret ediyorum, çünkü bana ait değil. …”