Yaşar Durmaz’ı Kaybettik
Gürcan Banger
Her birimize tahsis edilmiş farklı bir zaman dilimi var. Yaşam dediğimiz bu sürenin başlangıcı bizim dışımızda oluşuyor. Ne zaman sona ereceği konusunda da bilgi sahibi değiliz. Kim olacağımız gerçeğinin bazı unsurları daha önceden belirlenmiş şartlarla kısıtlanıyor. Kendimizi biraz bilip yola çıktığımızdan itibaren kendi kimlik ve kişiliğimizi oluşturmaya başlıyoruz. Sonu bilinmeyen bir geleceğe ilerlerken geliştirdiğimiz beceri ve yeteneklere de bağlı olarak her birimizin farklı şans ve tercihleri oluyor. Sona ulaştığımızda ise durum daima benzerlik gösteriyor. Bir önceki an varsın ve bir an sonrasında yoksun. Bir günden daha kısa bir zaman önce bir kol uzaklığında, bir ses mesafesinde olan bir insanı yitirdiğinde ne olup bittiğini anlamak çok daha zor oluyor. Bir an önce tam da şuracıktaydı, ama şimdi yok. Algılaması da, inanması da çok zor… Bir gün önce birlikteydik, bir gün sonra gene bir arada olacaktık. Ama sanki bir günlük arada zaman koptu, akış kesildi ve o arada bir kara delikte Yaşar Durmaz’ı kaybettik.
Yitirdiklerimiz birkaç nedenle içimizi acıtır. Acıyla da olsa onları anmak isteriz. Bunun ilk muhtemel nedeni ona olan sevgi ve saygımızdır. Sevmek ve saygı duymak için zamanın akışı içinde kaybolan kişinin çok özel bir niteliği olması gerekmez. Severiz – hepsi bu… İkinci genel nedenimiz ise onun kaybıyla birlikte marka olarak öne çıkmış bir idolün yok olmasına duyduğumuz üzüntüdür. Böyle isimler gazete manşetlerinde, medya haber kuşaklarında görkemli biçimde anılır. Ama iyi anılmak için makam sahibi veya ün olmak zorunlu bir şart mıdır? Yaşamımızda tesadüfler sonucu da olsa yer alan öyle insanlar var ki, onlarla birlikte nice engeller atlıyoruz; o olmasa aklımıza bile gelmeyecek işleri birlikte başarıyoruz. Yaşar Durmaz’la birlikte –o olmasa kıyısından bile geçmeyeceğim– ne çok şey yaptık! Bunların neredeyse tamamına yakını, içinde yer aldığımız yaşam çevresine birkaç damla katkı yapmak adına oldu. Daha ne çok yapabileceklerimiz vardı.
Her birey farklı bir varoluş deneyimi yaşıyor. Ama hepimizin paylaştığı, olağan ve aynı derecede kesin olan iki olay var. Doğuyoruz ve ölüyoruz. Çevremizde başka doğumlar ve ölümler gözlüyoruz. Bunlar hakkında kendi süzgecimizden geçmiş algılar ve düşünceler oluşturuyoruz. Ölümünü önceden hissettiği söylenenler var. Gerçekten romancı Tolstoy’un söylediği gibi; bir kış gecesinin gelişi gibi ölümün de gelişi kaçınılmazdır. Zamanı durdurmak mümkün değil; ne yaparsak yapalım, zaman ilerleyecek ve o gecenin gelişi gibi ölüm de gelecektir. Ölüm, yaşamı anlamlandırıyor. Muhtemelen yaşam da ölüme anlam veriyor. Ölümü iyi anlamak, yaşamın kavranmasını kolaylaştırıyor. Yaşamı anlamlı kılan bir diğer kavram ise sevgi… Sevgi adeta yaşam ile ölüm arasındaki uzun ya da kısa yolun ilmek ilmek örgüsü oluyor.
Her ölüm bize yaşam hakkında yeni ipuçları veriyor. Bunları doğru okuyup değerlendirebilirsek belki daha nitelikli bir yaşamı yakalayabiliriz. Diğer yandan evrende yaşayıp öğrenebileceğimizden çok daha fazla şey var. İnsan yaşamının tüm muhtemel deneyimi edinmesi mümkün değil. Dışımızdaki hayatın ve kendi varoluş tercihlerimizin etkileri altında sürüklenerek de olsa uygun olduğunu düşündüğümüz bir şekilde yaşamaya çalışıyoruz. Eğer bu ömür kendi akışı içinde bir bilgelik oluşturabilirse ölümden korkmanın da gereği kalmaz. Varış noktası belli olmayan bilgelik yolu ölüme hazırlığı da kapsar.
Yaşar Durmaz’ı kaybettik. O –doğru ve yanlışlarına, tüm beceri ve yeteneklerine, sinema başta olmak üzere görsel sanatlardan tarihe, arkeolojiden edebiyata çok renkli birikimine rağmen– elinden geldiğince sessiz ve görünmez olmayı tercih ederdi. Yaşamı siyah ile beyazın farklı karışımlarına tanık olurken, ölümü de kişisel yaşantısına benzer bir sessizlik ve sakinlik içinde oldu. Ben ise hâlâ bu yok oluşa inanamıyorum.