Gürcan Banger
BİR: Daima aklımızdan uçup gidiyor. Bize ait olan belki de yegâne hazine, kendi yaşamımız… Ama yaşam süremizi yeterince doğru değerlendirip değerlendirmediğimiz ise su götürür bir gerçek. Zamanla yarışmak gereksiz. Çünkü zamanın ömrü bizimkinden uzun… Bunu iyi bilmemize rağmen bu kısacık yaşamı, ‘tahliyeyi bekler’ gibi yaşamaya devam ediyoruz. “Yarın olsa; gün doğsa; şu bitse; bu olsa” derken bir yaşamı kum taneleri gibi avucumuzdan akıtıp yok ediyoruz. Sorunlar, şikâyetler, sızlanmalar ve daima bir şeylerin eksikliğini hisse gözümüzü bir korku bürüyor. Hâlbuki yaşamın güzel olması için eksiksiz olması gerekmiyor. Benim sınavdan önceki gece yaptığım gibi zamanı hızlı ilerletmeye çalışırken; hayatın yaşla değil, yaşamakla ilgili olduğunu gözden kaçırıyoruz.
İKİ: Yaşamın her anında sınavlar var. Bunların bazılarında daha başarılı, kimilerinde ise başarısız olabiliyoruz. Başarı ve başarısızlık insanlar için. Yaşamın lezzeti, doğru yapılanlar kadar hatalardan da oluşuyor. Hataları olan bir yaşamın, atalet içinde ve tek bir dikili ağacı olmadan -maddi ya da manevi her ne ise o ağaç- geçirilen içi boş bir ömürden daha kötü olduğunu kim söyleyebilir?
ÜÇ: O sınav geçti gitti. Başkaları da yaşandı bitti. Belki başka sınavlar da olacak. Belki de artık geçmişte kalmış o sınavın gerginliği ile kaçırmış olduğum ‘şimdiler’ oldu. Yaşamımızın unsurlarını anlamlandıranın kendimiz olduğunu fark edersek, o zaman yaşamımızın her biri bir anlam sonsuzluğu olan şimdilerden meydana geldiğini kavrayabiliriz. Bir anı kaçırmak, bir anlam sonsuzluğunu yitirmeye benzer. Yaşamın her anını yaşamak için ise (sırf sınav sonrası sakin sulara ulaşabilme kolaycılığı ile) zamanı yapay olarak hızlandırmamak gerekli. Yaşamın her anını kendi keyfi ve sevinci içinde yaşamalı. Zamanı ne biriktirebiliyoruz ne de giden geri geliyor…
DÖRT: Duygu - düşünce dünyamız dalgalı denizde bir küçük kayık gibidir kimi zaman; bir iner bir çıkar. İnişler iç dünyamızın dinlenme ve düşünme anlarıdır. Bunları bardağı dolduran, ama henüz taşırmayan damlalara benzetirim. An gelir, bir dalga minik kayığı kaldırıverir, son damlanın bardağı taşırdığı gibi… İşte; o özel an bir şeyler değişmeye başlar. İç düşünme tamamlanmış, sorgulama ve hesaplaşma sona ermiştir. Karar ya verilmiştir ya da kararın verilebileceği bir olgunluğa erişmiştir zihin. Karanlıktan sonra güneşi görmek gibidir bu anın duyumsattığı. İnsanın yüzüne bir gülümseme gelir. Başımıza düşen bir elma olsa bile acı duymayız o anı yakalamış olmanın keyfiyle. Minik kayık, inmekte olan dalganın üzerinde olduğunda akıl gözlerimiz içe bakmaktadır. Çoğu zaman geçmişle bir hesaplaşma içindedir. Geçmişi izleyerek bugüne dair doğru kararlar vermek için beynin kıvrımlarında ve bedenin sinir uçlarında gezinmektedir. Bu gezintiden esenlikle çıkmak bazen kolay değildir. Hele ki, geçmişimizle ilgili bir suçluluk duygusu içindeysek… Geçmiş, özellikle geçmişte yapılan hatalar insanın enerjisini tüketen unsurların başında gelir. Hele ki, geçmişe olumsuzlayarak bakma alışkanlığımız varsa bir iç hesaplaşma bize yorgunluk olarak geri döner.
BEŞ: Geçmişte yaptıklarımız, bizim için bugünü ve geleceği kuracak olan yapı taşlarıdır. Doğru veya hatalı, her ne yaşandı ise… Geçmişe bakışımız, bugüne daha güçlü olarak kurma hedefine yönelmeli. Geçmişi bugüne bakarak doğru anlamak, aynı yanlışları bugün yapmamamızı sağlayacağı gibi, sorunlara karşı bir içsel korunma ve savunma mekanizması geliştirmemizi de sağlayacaktır. Böylece başımızı yerdeki çamurdan, gökteki ışığa kaldırabilmemizi sağlayacak güç, direngenlik ve yaşama sevincini yakalayabiliriz.
ALTI: Zamanın ömrü, bizimkinden uzun… Biz ise her geçen saniyede bize ait olan tek şeyden, yani yaşamımızdan bir şeyler kaybediyoruz. Bugün yaşayamadığımızı, yarın yaşamak için yeterli zamanımız olmayabilir. “Akıp giden bir bataklığın içindeyiz hepimiz; ama yıldızlara bakıyor bazılarımız” der Oscar Wilde. Bazılarımız ise sadece kahredip lanet okumakla yetiniyor.